Fantezi

Sonunda otobüsten indim. Bir saatlik yolculuk, içerideki havasızlık, insan ve gürültü bulamacı mesafeyi daha da uzattı, hele ki bu otobüs yolculuğunun amacını hesaba katarsak! Taksim'deyim. Meydan; güvercinleri, çiçekçileri, deniz kokusu ve o yalancı özgürlük duygusuyla kucakladı beni. İstiklal'e doğru adımlıyorum. Kalabalık, her zamanki gibi boğuyor beni. Yerli yabancı bir sürü budala turist, sevgililer, polisler, eylem hazırlığındaki gazı alınmış aktivistler, öğrenciler, çocuklar, anneleri ve babaları bin yıllık caddenin ışıltısında süslü dükkanların önünde yürürken derinde bir yerde aşağılandığımı hissediyorum. İlk kez İstanbul'a gelen bir arkadaşımla birlikte İstiklal'de yürürken burasının güvenliği ile ilgili bir şaşkınlığını paylaşmıştı benimle: " Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesine kolaylıkla bombalı bir saldırı düzenlenebilir. Burayı korumak çok zor." demişti. Söylediği şeyin üzerinde biraz düşününce bu paranoyaklığın milliyetçilikle bağlantısını kurmam zor olmasa da bu düşüncenin birçok insan tarafından paylaşılması şaşkınlığımı azaltmıyor. Güzel olan bir şeyi yaşamaktansa onu korumak, onunla gurur duymak ve kirletmek demekti milliyetçilik ne de olsa.

Yürümeye devam ediyorum yıkıcı bir sel gibi ama daha tahripkâr kalabalığın arasında. Kendimi hiçbir şeye ve yere ait hissedememenin başıbozukluğu ve insanların beni geren, tuhaf, garip ve tam olarak açıklayamadığım varlıkları yüzünden her yeri havaya uçuran napalm düşler kuruyorum. Tüm bunları düşünürken bir yanımla da tüm bunları düşünmemeyi telkin ediyorum kendime. Her zamankinden kolay oluyor primivist distopyanın doğrudan eylem planlarını kafamın içinden kovalamak. Çünkü, bir kadınla buluşmak için atıyorum adımlarımı, alıyorum nefeslerimi. Hafif esen rüzgarı tenimde daha bir başka hissederken kalbim biraz daha erotik çarpıyor sanki bugün.

Buluşmak için biraz daha zaman var. Birkaç kitapçıya giriyorum. Sevdiğim yazarlara yakın olmak kitapların da çoğu şey gibi satılık olduğu gerçeğini bastırıyor bir an olsun. Kitap kokusu da iyi geliyor bana. Yürümeye devam ediyorum serin ve nem kokan İstiklal'in ara sokaklarının pitoresk mutsuzluğu üzerime siner, kaldırımların hüznü beni denizin mavi mutluluğuna sürüklerken.

Güneş ısıtıyor sahilde, boğazın esintisi üşüyor, köpükler kirli kirli şakırdıyor, gökyüzü mavi, bulutlar beyaz, ufuk çizgisi diye bir şey yok. Ufuk yok beton var, bina var ve gördüğüm her şey yani tüm bu binalar, köprüler, korkuluklar, arabalar, tramvaylar, kir, beton, boğaz, insanlar, dünya, bulutlar, gökyüzü sınırlı bir zaman içinde yok olacaklar. Bu duyguyla avunuyorum ve acıktığımı hissediyorum.

Balkan Lokantasına gidip kurufasulye, pilav ve salatayla karnımı tıka basa doyurup, vıcık vıcık insan sürtünmelerinin kuruttuğu dilimi birayla ıslatmak için bir birahaneye oturuyorum. Maltın, alkolün, soğuğun, suyun, kocaman ilk yudumu enfes. Eksikliklerle dolu hayatımdaki alışık olduğum ve kendime en bilindik duygum bana hızla yabancılaşıyor oturup bira içer dakikaların akmasını beklerken: Sabır.

Buluşma ânım yaklaşıyor. içimdeki merak, heyecan, ihtiras, korku ve istek kasıklarımla omuzlarım arasında dolanıp durduğunu hissediyorum. Az sonra buluşacağım kadın gelecek. Bir adı yok, iki yılı aşan bir ilişkimiz var, ama hiç tensel bir tanışıklığımız olmadı. Sanal bir arkadaşlığın, dostluğun, sırdaşlığın, sevgililiğin mimsiz pikselleri bizi birbirimize bağlı tuttu. Artık tensel titreşimlerin, kokunun, tınının, yumuşaklığın, ıslaklığın perde alma zamanı.

Taksim Anıtı'nda diğer insanlarla birlikte bekliyorum. Çok bekletmeden çıkageliyor. Karşımda şimdi, hayal ettiğimden çok daha genç ve çekici buluyorum. Vücuduyla ilk temasımı kalçasının bitip belinin başladığı sınıra elimi koyarak kuruyorum. Sarılıp arkadaşça öpüşüyoruz. Havayı değil yanaklarını öpüyorum, önce solu sonra sağı. Yanaklarını uzatışı güzel, sarılışı da, başını göğsüme dostça koyuşu da, saçlarının kokusu da, kendini beyaz yatak örtüsü, beyaz yastıklara ruhsuz otel odasındaki yatağa bırakışı da...

Hep hayalini kurduğumuz bir an vardır, gerçekleştiği andan itibaren kurduğumuz hayal kadar güzel olmadığını anlamaya başlayıp hayal kırıklığına uğramaya başladığımız; bu otel odasında sıcak bedenlerimiz buna izin vermiyor. İlk andan itibaren karşılıklı haz bizi ele geçiriyor, dudaklarında kayboluyorum. Dudakları beni içine alıyor. Başka bir zamanın tatmadığım mutluluğunu damarlarıma enjekte ediyor dudakları. Bu lezzet, bu yumuşaklık, bu ıslak erotizm, bu kayboluş hiç bitmesin istiyorum.

Bitmiyor, artıyor, dudaklar, dile el veriyor, diller, damağa, dişlere, diş etlerine, boğaza, çeneye, yanağa... Ağızlarımız, yapışıyor, sıvışıyor, sevişiyor, savaşıyor, barışıyor, sikişiyor... Dilini ağzıma soktukça garip ürpertilerle sarsılıyor bedenim, titriyorum, nefesim düzensizleşiyor, yüzümdeki kan çekiliyor. Dilimi emişi harika. Gözlerini kapatıyor dilime oral seks yaparken. Biraz sonra erkekliğime aynı şeyi yapacak olmasının provası bu.
Sıvı transferi salyalarımızdan başladı bile. Acelemiz yok. Yılların sineye çekilmiş tensizliği bulduğu boşluklara yavaşça yerleşmeli. Gözlerini öpüyorum, kirpiklerini, kaşlarını, alnını, saçlarını, yanaklarını, çenesini...

Kulaklarını emiyorum, kulaklarının memelerini, ensesindeki ayva tüylerinin kirpileştiğini görebiliyor, kıl diplerinin tomurcuklaştığını hissedebiliyorum dudaklarımla. Omuzlarının bitip boynunun başladığı yeri dişliyorum merhametle. Cılız bir inleme sesi kendini tekrar etmeye başlıyor. Sesinde belli belirsiz perişan bir mutluluk var. Boynunu, gerdanını, omuzlarını, kollarını, koltukaltlarını öpüyorum yavaş geçişlerle, dudaklarımdan çok dilimle. Yalayarak, somurarak ama incitmeden, kızartmadan, morartmadan aşkla.

Sırada benim perişanlığım var. İlk gördüğümde anladığım o acımasız ikiz gerçek: Memeleri. Bu iki gözümün gördüğü en estetik, en eşsiz, en hiçbir kelimenin ifade edemeyeceği şeylerle gözlerimi doyuruyorum önce. Şimdi onlar bir dudak mesafesindeler. inanılması güç ama doğruluğu kesin iki gerçek avuçlarımda şimdi. Üzerinde yaşıyorum hatta; bağımsız bir ülkeyi ilhak etmiş olmanın militer gururuyla çekiyorum penisten bayrağımı mutlak teslimiyete. Kalp atışlarım hızlanıyor. Kulaklarımda hissediyorum kalbimin gümbürtüsünü. Yeni doğan kadar muhtacım o an memelerine, hayatla aramdaki tek bağ o çılgın tepeler.

Yavaşça çıkarıyor üzerindekileri. Sütyeniyle kalıyor. Sutyenin kapasitesine sığmayan hacimdeki memeler fırlamaya hazır yüzüme. Öpüyorum onları. Dudaklarımın ucuyla, hafifçe, iç gıdıklayarak, nefesimi hohlayarak. İşkence bu. Karşılıklı bir işkence. Söküyorum sütyeninin kopçalarını. İki parlak ve yuvarlak gökgürültüsü, iki göğü yaran ateşli yıldırım, iki büyük deprem, iki piroplastik lav akıntısı, iki koldan birleşerek yıkan sel, iki tornado beni içine alıyor nefesimi keserek.

Tüm ihtişamıyla karşımdalar. Başkaldırmış memeuçları, anarşinin bayrağına sarılmışlar; kırmızı ve siyah birleşmiş, bin yıldır yanan susuz çöl tabanının açlığını dindiren yağmurun renginde o memeuçları, havada kafa kafaya çarpışan iki Boeing-737 kadar alev saçan memeuçları ve ölüm kadar gerçekler ağzımın içinde. Dilimle tanımlamaya çalışıyorum dik ve sert memeuçlarının kaotik şekillerini. İkisi de şizoid bir akıl tutulmasının mükemmel özgünlüğünde kar taneleri.
Yalayıp, öpüp, avuçlayıp, somurdukça memelerin gerçek sahibinin farkına varıyorum. Çünkü artık inlemeleri artıyor. Hırıltılı bir aha dönüşüyor göğüs kafesinden gelen nağmeler. İlerlemeye devam ediyor ağzım açlığının peşinden koşan ısrarcı bir kurt gibi. Göbeğine, yanlarına, karnına değiyor dişlerim, dilim ve neredeyse damağım. Hedefe koşan ok gibi iniyorum kasıklarına.

Elleriyle bir çırpıda çıkarıp atıveriyor ıslanmış külodunu, kokusundan anlıyorum ıslaklığının. Küçük öpücükler konduruyourm önce, bacaklarının kasıklarıyla birleşen sınırlarına, kıvrımlarına, önünün tüysüz boşluğuna. Bitmeyen öpücükler, sabırlı öpücükler, kışkırtıcı öpücükler, alev öpücükler, sadist ve mazoşist öpücükler. Israrla öpüyorum vajinasının dört bir yanını ama o kutsal Kabeye, Taç Mahale, Çin Seddine, Babilin Asma Bahçelerine, Beyaz Saraya, Mısır Piramitlerine, Peri Bacalarına, İskenderiye Kütüphanesine hiç dokunmadan. Şimdi benim kadar sabırlı değil, elleri başımı okşar, yarığına doğru başımı ısrarla çekmeye çalışırken tüm hücreleri yala diye bağırırken bu anın muhteşemliği ile burnum sızlıyor. Ve gözlerimi açıyorum am'a: Cehennemin kapılarından boşanmış tüm günahlar dilimde, dilim bal kutusunda.

Artık tutsaklığın önemi yok, geçen zamanın, istemediğimiz işlerde çalışmanın, can sıkıntısının, mutsuzluğun, dünya denen bu kötülük ormanının hiçbir değeri yok. Gerçek özgürlüktür şekerli bataklıkla ağzımın dolu olması. Dilim kaygan bir vadinin tüm yüzeyini kaplayan bir heyyula gibi gidip geliyor kukuda. Klitoris ve vajina kuyusu arasında kısa yolculuklar yapıyor dilim, dudaklarım ve dişlerim. Çıktığı en güzel yolculukta çamura gömülmesini diliyorum tekerimin sonsuza dek. Sımsıcak bir rüzgar şimdi nefesim, terli bedenim ısınıyor, yapışkan, kekremsi, ekşimtrak, pembe ve tatlı bir çağlayan akıyor bedenime, ağzıma, damağıma doluyor. Doymak bilmez bir at gibi içiyorum ihtirasla akan koyu peltemsi şeffaf sularını hörekesinden. Ve o koca dağ bir volkan gürlemesiyle patlıyor ağzımdayken. İrkilerek kasılıyor, titriyor, geriliyor ve mutlulukla gülümsüyor sevişmemimizin ortasında. Kıskanılası bir orgazm peydahlanıyor yüzünde.

Şimdi sıra bende. Elleriyle soymaya başlıyor beni. Ve dokunuyor. Elleri sıcak ven emli. Kokusu güzel. Merakla ve hızla okşuyor ve öpüyor bedenimi. İtina ve özenle çıkarıyor baksırımı, gözlerini doyuruyor sertleşmiş kalın erkekliğimle. Dokunuyor, elliyor ve öpüyor. Kalın dudakları, güzel dişleri, maharetli diliyle yaşadığım en güzel oral sekse başlıyor. Aç bir hayvan kadar iştahlı, bir sanatçı kadar zarif, bir porno yıldızı kadar işine hakim. Kaygan bir ıslaklıkla zevk verirken dili salyaları hayalarıma süzülüyor usulca.

İkimiz de zevkten çıldırıyoruz neredeyse. Üzerime çekiyorum. Ağzından öpüyorum uzun uzun. Milyonlarca yıl süren evrimin kıtaları birleştiren istencini duyumsuyorum damarlarımda. Dört ayağının üzerinde ortalıyorum yatakta. Dizlerinin mesafesini biraz daha açıyorum. Kalçaları havada. Şeftalisi dımdızlak ortada, küçük kıç deliği talepkar. Dilimi yarığa uyduruyorum ve itiyorum başımı içeri. Burnum kıç deliğinde. İyice ıslatıyorum nemli çayırını. Ayaklanıyorum. Sol elim kalçasını kavrıyor sağ elim kızgın demirimi sıkmaktayken dayıyorum yumuşakçaya. Vücudumun ağırlığını verirken dizlerimi kırıyor ve içeri dalıyor mantar tabancam. Cehennem kadar sıcak içerisi. Tiz bir çığlık duyuluyor odada. Coşkuyla gidip geliyorum üzerinde, hızla, sertçe, sarsılıyor bedeni.

Sevişiyor durmadan, tempoyla, altalta, üstüste, yanyana. Tüm iç organları yer değiştirircesine sarsıntıyla pompalıyorum gücümü. Hiç tatmadığı zevklerin güzelliğini kazıyorum tenine. Tüm vücuduna atıyorum imzamı. Geldiğimi hissediyorum artık. Kasıklarımdaki sızı beni kasmakta. Artık hazırım. Kocaman açtırıyorum ağzını ve büyük bir taşkınlıkla bembeyaz boşalıyorum diline, boğazına, dudaklarına, ağzına... Çağlayanlar kadar şenim. Öpüşerek kutluyoruz birlikteliğimizin patlamış şampanyasını. Sırtüstü yatarken hâlâ içindeyken penisim ve paylaşırken spermlerimi, dudaklarından, dilinden...

Yorumlar

  1. kisisel is kurmak için kredi gerekiyor? evet lütfen bu e-postayi temas halinde: finance_institute2015@outlook.com simdi tamam senin kredi transferi ile daha fazla devam etmek.

    Simdi kredi.teklif@gmail.com: Ayrica bu e-postayi irtibata geçebilirsiniz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ekosoykırım sürerken

Öldürülen kadınlar, geleceğimiz ve isyan

YAŞAM ANARŞİDİR