Beyaz bulutlar

Sabahın kesif mavi göğünde asılı beyaz bulutlar, akşamdan kalma intihar hüzünlerimi gözyaşı damlaları olarak içime akıtıyor. Nasıl da beyaz bulutlar! Bana el sallıyorlar sanki. Tıpkı senin gibi uzak bir boşluktan içimi dolduruyor. Ben ise el sallama konusunda tereddüt yaşıyorum geceden kalma intihar hüzünlerimden dolayı. Oysa el sallasam size, hayal etsem, umutlansam güzelleşecek kadar basit hayat belki de.

O kadar güzelsin ki içimde. Sadece seni düşünüyorum. Çok uzaklarda bir yerdesin ve bana el sallayan mutlu beyaz bulutlar kadar güzelsin. Sen, hiç tanımadığım, daha önce görmediğim hatta nasıl bir gizem olduğuna dair en ufak fikrimin olmadığı hayat dolu güzel bir sırsın, hep aradığım ama bugüne dek bulamadığım yaşama sevincinin izlerini taşıyan.

Şimdi izlerini arıyorum şehirde. Tam olarak ne aradığımı da bilemeden şehirde dolaşıyorum amaçsızca ve nereye gideceğimi de kestiremeden. Daha önce hiç girmediğm sokaklardan, mahallelerden geçerek arıyorum hayatımda kaybolan gizemin, sırrın izlerini.

Uzun uzun yürüyorum, pis sokaklardan geçiyorum, eğri büğrü ve dar yolları olan mahallelerden, duvarları sıvasız pencereleri demirli evlerin önünden, portakal ağaçları ile dolu alçak duvarlı bahçelerin gölgelerinden yürüyorum, perdesi sıyrılmış ev içlerinde başörtülü kadınlar, askılı elbise giymiş kızlar dolaşıyor, evinin önündeki sokağı süpüren on yaşlarındaki esmer bir kız çocuğuna; "kolay gelsin" diyorum, o da; "sağ ol amca" diyor ve arkamdan bana bakıyor.

Yorulunca herhangi bir duvara ya da bir elektrik direğine yaslanıp insanların yüzlerine bakıyorum. Gözlerinin içine, ellerini sallama şekillerine, yürüyüşlerine, üzerlerine ne giydiklerine, konuşmalarına, gülmelerine... Çoğu görmezden geliyor beni, bir çoğu da umursamadan yoluna devam ediyor, kimisi de bakışlarımdan tedirgin oluyor. En çok çocuklarla anlaşıyoruz göze bakma oyununda; onlar benim gibi değil de daha çok meraktan ve öğrenme isteğinden gözlerime bakıyorlar. Bir de ihtiyarların çoğu selam veriyor gözlerine bakınca.

Ayaklarım beni sürekli gittiğim bir yere götürüyor sonunda. Demirden ve üç ayak üzerine inşaa edilmiş uzunca bir köprü burası. Bir tren köprüsü, altından bir yol ve nehir geçen. Köprünün başındaki "Köprüden geçmek yasaktır!" levhasının yanından yürüyerek köprüde ilerliyorum. Aşağıdaki yoldan arabalar geçiyor. Durup bakıyorum. Arabalara, içindeki insanlara, hırsla gaza basışlarına bakıyorum. Çoğu beni görmüyor yine. Kimisi de görüyor ve orda olmamam gerektiğini bildiğinden tuhaf bir acıma ve merakla bana bakıyor bir an ve geçip gidiyor bir daha asla görüşmeyeceğimiz bir varış noktasına doğru belki de. Hayat akıyor, insanlar hırsla benim bilmediğim ve anlamakta zorlandığım bir gizeme doğru sürüyorlar arabalarını.

Başım dönmeye başlıyor. O an sanki hayat benim için tersten akmaya başlıyor. Kendim için bir şeyler yapmak, kendim olmak, hatta nefes almak aptalca gelmeye başlıyor o an. Sürekli bunalımlar aramak, mutsuz olmaya çalışmak, hayatın anlamını düşünüp durmak yerine tüm bu hengameden kurtulmak fikri kafamda şekilleniyor tekrar o anda. Bunca yıl yaşadığım hayatın, kendimi öldürmemek için bir "ikna çabası" olduğuna inanmaya başlıyorum. Yavaşça, ölmek için kendimde bulamadığım cesaretin bana yaşattığı mutsuzluk karanlığı aydınlanmaya başlıyor. Uzaktaki beyaz bulutlar, hiç dokunamadığım kadınlar, umutlarla ve hayallerle bezeli gelecek ışıltılı güzel günlerin renkli dünyası çocuklar, ağaçlar ve sen benliğimden birer birer siliniyorsunuz.

Kendimi sürekli aşağılayan ve artık cevaplarını aramaktan vazgeçtiğim sorularla iyice öfkelenirken farkında olmadan köprüye akşam trenini beklemek için geldiğimin ayırdına varıyorum. Göğsümdeki öfkenin sızısı mideme ve kasıklarıma iniyor. İşte trenin uğultusu uzaktan duyulmaya başlıyor. Yaşamla ölüm arasındaki incecik demir çizgiye üç adım mesafede lincimi bekliyorum. Aklımda olan tek düşünce az sonra yapacağım şeyin ne kadar saçma ve aptalca olduğu. Fakat kendimi suçlamadan geçirdiğim tek günümün olmaması işimi kolaylaştırıyor. En çok Oblomov yerine Raskolnikov olamadığım için üzülüyorum o an sanırım.

Tren gürültüyle yaklaşıyor. "Ölürken bile geride kalanları neden düşünmeden edemiyorum?" diye son bir soru soruyorum kendime. Ömürlerinin sonuna kadar intiharımın acısıyla kendisini zehirleyecek olan hasbelkader insanlara bu acıyı çektirmeye hakkım olmadığı şüphesi mi yoksa korkaklığım mı ya da ikisi birden mi bilmiyorum ama üç adımla bağlanıyorum tekrar kendi esaretime.

Tren dokunulamayan bir hayat gibi büyük bir gürültüyle ve yeri sarsan rüzgarıyla önümden geçiyor. Öylece kıpırtısız bakıyorum. Lokomotifin peşisıra gelen yolcu vagonlarındaki insanları görüyorum. Trenin en son vagonunda vücudunun üst tarafını, başını ve ellerini dışarı sarkıtmış, buğday tenli, uzun saçları rüzgarda uçuşan güzel bir kız yaklaşıyor bana doğru sanki ağır çekim olarak. Beni görüyor o da. Aniden el sallamaya başlıyorum kıza. İki saniye kadar şaşırıp, düşünüp, karar vermeye çalışıyor. O iki saniye bana çok uzun bir süre gibi geliyor. O anda ya yüzü aydınlanıp o da bana el sallayacak ve umutlarımı tazeleyip günaşırı intihar düşlerime bir son verecek ya da yüzünü çevirip beni sefaletimle başbaşa bırakıp çekip gidecek.

O kısacık an belki de beni hayata bağlayacaktı gelecekte, çok iyi anlamıştım bunu. İki saniye sonra kızın yüzü uzak mutlu bulutlar gibi gülümsedi ve öyle güzel el salladı ki bana, öyle içtendi ki, öylesine kendi oldu ki, öylesine karşılıksız ve beklentisiz saf bir sevgi vardı ki ellerinde, öylesine hayata sarıldı ki bana el sallarken, beni de ardından sürükledi yaşamak için. Tren gözden kaybolurken ellerimle gözyaşlarımı sildim gülümseyerek, sanırım hayat güzeldi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ekosoykırım sürerken

Öldürülen kadınlar, geleceğimiz ve isyan

YAŞAM ANARŞİDİR