Kayıtlar

Kasım, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ORMAN VE AŞK

Resim
Büyüyen gözbebeklerinden irkildiğini duyumsadı. O ilkel, hayatta kalma güdüsüyle kanına pompalanan korku kimyasalları kalp atışlarını hızlandırmış, gözlerini fal taşı gibi açarak ilerliyordu okaliptus ormanının karanlık patikasında. Karanlık ve sessizliğin kent hayatına yabancı doğası korkusunu tetiklemişti, tüm vücudunu döndürmeden arkasını kolaçan etti. Kimsecikler yoktu. Kendinden, korkusundan, karanlıktan ve ormandan utandı. Sakinleşti biraz. Ayakları ile görmeye çalışan yumuşak adımlarla yürümeye devam etti. O da herkes kadar korkuyordu ölümden, ölümün akıllarda yer eden karanlık doğası, şimdi bu çıplak karanlıkta aklına salıncak kurmuş otofajist hayallarini tetikliyordu. Ormanın dar patikasında yapayalnızdı. Sonbaharın erken çöken akşamları ipini yaklaşan geceye uzatıyordu yavaş yavaş. Şimdi insanlar evlerinde akşam yemeklerini çoktan yemiş, ince belli bardaklarında çaylarını içerek televizyon ve çocukları ile yaşadıklarını sanıyorlardı muhtemelen. Yürüyordu durmadan. Sessiz ve y

S.O.S MEKTUBU

Resim
Bu ben değilim. Yokum ben aslında. Bilgisayarın karşında oturup ne yazacağını düşünen ve kendine acıyan adam aslında hiç yok. Olmadı hiç. Akşama doğru da hiç çıkmadım dışarı. Kenti ikiye ayıran nehirden yukarı doğru çıkarken bu kez her zamankinin tersi istikamette aslında yoktum. Kaldırımla yolun arasındaki o kimsenin kullanmadığı kulvarı işgal ediyordum giderken ve herkes üzerime sürüyordu arabasını çünkü yoktum ben görünmezdim. Kimse çekilmedi önümden nehir boyunca ilerlerken. Kimse görmedi beni, frenim yoktu, zilim de yoktu, çünkü ben yoktum. Havanın güzel olduğunu fırsat bilip nehir kenarına oturmuş aileler mangallarını yellerken dumanların içinde geçip o iğrenç tahakkümleri ve ceset kokularını içime çekmedim hiç yoktum çünkü ben yaşamıyordum. Kafamı ne yana çevirsem oradaydı insanlar ne kadar zordu kaçmak, ben olmasam da, beni görmeseler de, yok olsam da görüyordum insanları. Hiçbir şey olmuyordu aslında. Değişen bir şey yoktu. Her şey bir hiçlikten ibaretti. Ya da değildi. Bilmem

ÖLÜ DOĞMAK

Resim
İnsan olarak dünyaya gelmek bir "kabus" aslında, bunu anlayınca pek sevinemiyorsun hiçbir şey için gönülden. Basit bir gülümseme kadar kolay olsa da "sevinç" dediğimiz şey yapay bir susta gibi mekanik olarak kayıp gidiyor yüzümüzden. Gülebilen tek tür insanmış ya ağlattıklarımız? İnsan nasıl içten gülebilir yaşamak için bu denli katlederken? Kendi sıcak yaşamları için sürekli etrafına soğukluk saçan bir türüz belki de. Egoları için üreyen ve çoğalan, kirleten ve kirlettikçe kirlenen. Tertemiz evlerinde kendinden aşağı gördüğü türleri yok ederek güvenliğin mutluluk olduğunu sanan paranoyak bir korkaklığın propagandasını yapıyoruz aslında gündelik yaşamlarımızda. Büyüyen her şehir küçülen geleceğimizdir. Yaşadığımız alanı yok ediyoruz sürekli ve ettikçe buna gökten ya da beş para etmez beyinlerimizden kılıflar uyduruyoruz. Oysa "akletmek" kendinden menkul bir soğuk savaş. Bunca savaşı ve ölümü hep aklettik ve etmeye devam ediyoruz... Bir felakete sürüklendiğ

CİNNET

Resim
dışarıda ay ışığı vardır şimdi yıldızlarda cabası şefkatli bir gecedir zaman gökyüzünün zifiri karanlığı laciverte dönmüştür geç gelen kışın habercisi ılık bir kasım akşamıdır aylardan bir meltemle okşamaktadır palmiyeleri rüzgar nehirler huzurla denize kavuşmaktadır bir sarmaşık usulca büyümektedir bir duvarda çiçeklerini açan bir lavanta aşk kokmaktadır sokak lambalarının kızıla çalan renginde sevgiye dair bir şeyler vardır sessizdir sokaklar kuşlar uykudadır kedilerin çoğu sığınacak bir yer bulmuştur karınları da toktur üstelik ve güneşin doğmasına az vardır artık cinnet yaklaşmaktadır

SIKINTI

Resim
sohbet konusu bulunamayan sıkıntılı sohbetler sinmiş sanki çay bardağıma. ne içtiğim çayın tadı var ne çaylar eski tadında. her gece ki sıkıntılarımı çekiyorum işte yine diş etime batan bir kürdan sivriliğiinde. kanımı emiyorum dişlerimden sızan. ağzımdaki kan tadı garip. başkasının kanının tadını biliyor olsam garip olmazdı belki de. hafif tuzlu ve kekremsi kan tadı. bir taş buldum geçen hafta sonu bisikletimle çıktığım uzun bir yolculuktan sonra. izbe bir tarlaydı taşı bulduğum yer. kalbe benziyor şekli. daha çok kirli bir taşa benziyor ama. temizledim masamın ucunda duruyor şimdi. apo oturunca masaya geçen gün aldı eline baktı şöyle, bir şey söylemeye gerek duymadan geri koydu yerine. bir taşa anlam yüklemeye çalışan yalnızlığıma kızıyorum bazen. öyle hissizim ki şu an. yaşam sandığım biyolojik hareketlilik bile oyalayamıyor beni. aç bırakıyorum kendimi saatlerce. sonra en sevdiğim yemeği yapıyorum kendime. gözlerim hep solgun, parlamıyor hiç. sadece karnım doyuyor. tadı yok soslu m

TUĞLALAR

Resim
geçen bir yıldı. kapı çaldı. artık kapı çaldığında "yine ne var!" nidası yükseliyorsa hafif kızgınlıkla içinizden, yaşınız biraz ilerlemiş demektir. eskiden böyle miydi ya, "kim geldi acaba?" diye içimden geçirir merakıma karışan bir heyecan, yaşama sevinci denen o muğlak dürtüyü tetiklerdi. evde kimse yoktu. açtım kapıyı. gelen veysel'di. süklüm püklüm bir hali vardı. "selamün aleyküm" dedi, selamını aldım. biraz daha ezildi büzüldü ve lokmayı ağzından çıkarıverdi: "fazıl seni karakoldan çağırıyorlar, bu akşam orada olacakmışsın." dedi. nedenini sordum. anlattı. inanmadım. gayet ciddiydi... veysel duvar işçisiydi. benden on yaş büyüktü. kısa boylu, yanık yüzlü, konuşurken sürekli gülen, her insanın sevebileceği kadar sevimli ve dost canlısı insanlardandı. yürüyüşü özellikle ilginçti; sanki yürürken bir şeyler anlatırdı vücut dili, sarsak ve biraz da paytak bir yürüyüşü vardı. onun sevimliliğine ve içtenliğine uyan bir yürüyüştü bu sanki. yaz